Teğmen Ercan Baydoğan sessizliğini 40 sene sonra bozdu

Gazeteci Ersin Eroğlu’nun Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan ve yarın tüm kitapçılarda yerini alacak. Teğmenler kitabında Teğmenler’in yaşadıkları, Tuzla Piyade Okulu’nda yaşananlar, ihraç edilen teğmenlerin başına gelenler yer alıyor.
Kitapta yer alan en ilginç olay ise Tuzla Piyade Okulu’ndan 40 yıl önce ihraç edilen teğmen Ercan Baydoğan’ın yaşadıkları. Yaşadıklarını ilk kez anlatan Baydoğan, ihraç edilen 4 teğmenden biriydi.
Kitapta Baydoğan kısmı şu ifadelerle yer aldı:
Ercan Baydoğan’a ulaşarak Tuzla’da neler yaşandığını kendisinden dinlemek istedim. Devreleriyle o günden bugüne hiç kopmayan Baydoğan başladı uzun uzun anlatmaya: “Tarih 18 Mart 1985’ti. Kartal sahilinde pazar günü 4 teğmen ve bir sivil arkadaş geziyorduk. Hava mevsim normallerinin çok üstünde sıcaktı. Arkadaşlardan biri, ‘Bir şeyler içsek güzel gider’ dedi. Hepimiz, ‘İyi, güzel olur’ diye onayladık. Sivil arkadaş, Piyade Okulunun hemen karşısında bir kafeterya işletiyordu. Bazen gider, okulda olmayan şeyleri yaptırır yerdik. Sucuklu yumurta, menemen gibi şeyler. Oradan tanırız. Bizden birkaç yaş büyüktü ve zamanla samimi olmuştuk. O, ‘Ben bir yer biliyorum, akşam oraya gideriz’ deyince ‘Olur’ dedik. Akşam, 5 kişi gittik, birer bira içtik. Bir arkadaşımız fazladan bir duble rakı içti. Hesap istedik, hesap geldi 12 bin lira. O dönem için astronomik değerlerin bile çok üstünde. Hayatım boyunca bir biranın, bir paket sigaraya denk geldiğini gözlemledim. Şimdi bir paket sigara 70-100 ise, bir bira da o kadar. O günlerde bir paket sigara 10 liraydı.
Marketten de bir birayı 10 liraya alırdık. 5 bira 50, bir duble rakı da 20 diyelim, eder 70 lira. Orası, bir restoran-gazino olduğu için 5 katı 350, 10 katı 700 lira yapar.” Ercan Baydoğan ve devreleri hesabı görünce şaşırmış ve düzeltilmesini istemişti. Baydoğan anlatıyor: “Düzelttiler, 8 bin 500 lira yaptılar. ‘Bu yine fazla’ dedik. Garson gitti, bir süre sonra bir başkası geldi. Giyim ve görüntümüzü değerlendirerek, ‘Sizler Piyade Okulundan teğmenlersiniz, değil mi’ dedi. ‘Evet’ dedik. ‘Hesap önemli değil, şimdi burası kalabalık, yarın sizden birisi gelir, konuşur hallederiz’ dedi. Dışarı çıktık, sivil arkadaşın minibüsü vardı, onunla gelmiştik, ona doğru yürüdük. Biz minibüse bindik ve yaklaşık 20 garsonun ellerinde kazma sapı sopalarla koşarak geldiklerini gördük, minibüs çalışmadı. Önce minibüsü sonra bizi bir güzel ezdiler. Ceplerimizdeki bütün paraları aldılar. Düşünün ki, o zamanlar kredi kartı olmadığından, sahip olduğumuz paralar devamlı cebimizdeydi. Dayaktan sonra minibüs çalıştı. Önce polise, sonra merkez komutanlığına gittik. Darp raporu aldık, ertesi gün suçüstü mahkemesi oldu.
Çanta dolusu para teklif ettiler mahkemeden vazgeçmemiz için. Kabul etmedik. Minibüsün de yenisini teklif ettiler. Mahkemeden önce zamanın 1. Ordu Komutanı çağırmış, Merkez Komutanı oraya götürdü. ‘Çok iyi olmuş’ dediğinde çok şaşırdık. ‘Ben orayı kapatamıyordum. Orada uyuşturucu, kadın satıcılığı ve her türlü pislik var. Şimdi bahanem var. Kapatırım’ diye ekledi. Önceki şaşkınlığımız geçerken, o zamanlar İstanbul’un en yetkin kişisinin, bunu neden yapamadığına şaşırmıştık.” Mahkemeden sonra teğmenler okula döndü. Kapıda teğmenlere “Nöbetçi komutan sizi bekliyor” denildi. Ercan Baydoğan, Muzaffer Tekin ile karşılaştığı o anları anlatıyor: “Muzaffer Tekin’i o ana kadar yakından görmemiştim. Muzaffer Tekin daha o yaşta bir efsaneydi. Yüzlerce yıl önce yaşamış bir kahraman gibi anlatılırdı. Onu öğrencilerine ve astlarına sorduğum olmuştu. Asker ve insan ötesi bir imaj uyandırıyordu. Kıbrıs gazisi ve altın madalyalı bir subaydı. Sabah 06:00’da öğrenciler uyanmadan bölüğüne gider, akşam da öğrenciler yattıktan sonra evine giderdi. Maaşının büyük bir bölümünü de TSK’yı Güçlendirme Vakfı’na bağışladığına dair söylentiler vardı. Çok saygı duyar, karşılaştığımızda da bunu olması gerekenden daha iyi göstermeye çalışırdık. ‘Anlatın bakalım, nasıl oldu?’ dedi.
Anlattık, muhtemelen her şeyi biliyordu da, eksikleri tamamlamak için anlattırmıştı. Akşam olmuştu ve etüt saatiydi. ‘Etüte katılmayın, gidin yatın’ dedi. Koğuşlara gittik ve yattık. Gece saat 04:00 civarıydı, bir asker geldi uyandırdı: ’Alay Komutanı sizi çağırıyor.’ Baydoğan konuşuyor: “Biz dört arkadaş o gece ne olup bittiğini alay komutanından öğrendik. Gece etütten sonra toplanılmış, gruplar halinde lokantaya girilmiş, daha sonra bir mazeret ile olaylar başlamış. Kırılmadık, dökülmedik yer kalmamış. Bunun adı toplum psikolojisi. Dünyanın her tarafında zaman zaman olan şeyler. 350-700 liralık hesabı dört teğmenden 12 bin lira olarak isteyeceksin, sonra da onları öldüresiye döveceksin. Senelerce bazı şeyleri çözemedik.
Sosyal medya yok, sadece yine cesaretli ve araştırmacı gazeteciler var. Bilgi akışı da hemen olmadığı için, bazı şeyleri seneler sonra anlayabildik. O günlerdeki tek söylenti, sahibinin Necdet Üruğ’un emekli astsubayı olduğu ve direkt onu arayıp, ‘Teğmenler Tuzla’yı yakıp yıkıyor, yetişin’ diye telefon açtığı ve Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’un da olaya direkt el koyduğu.
Sonraki senelerde, Necdet Üruğ’un oranın ortağı olduğu ve diğer şahsın da onun kasası olduğunu öğreniyoruz. Bu da 1. Ordu Komutanının ‘Ben orayı kapatamıyordum’ söylemini doğruluyor. Kursları hemen kesip bir savcı albay gönderdiler. Adam usanmadan üşenmeden 400 teğmenin ifadesini 3-4 sefer aldı. O geceki nöbetçiler, devriyeler herkes. Arkadaşların ifadesi aynı: ‘O saatte uyuyordum, gitmedim, görmedim.’ Daha sonra tekliflerle geldiler. 250 milyon zarar var, gelin kabul edin, bunu maaşlarınızdan keselim. Artık kaç sene sürecekse... Kimse kabul etmedi. Savcı soruşturmalardan istediği sonucu alamadı. O zaman bir kule nöbetçisinin sadece ‘Teğmenler şu saatte çıktı, şu saatte geri döndüler’ şeklinde bir ifade verdiği söylendi.
Necdet Üruğ işin içinde olmasa, Muzaffer Tekin gece yoklamasını tam vererek, ‘Teğmenler okuldan çıkmadı’ diyerek, konuyu kapatmıştı. Soruşturma istedikleri gibi olmayınca 400 kişiyi Selimiye Kışlası’nın uzun koridorlarına dizerek, garsonlardan teşhis yapmalarını istediler. Albay Savcı gitmiş, yerine bir Yüzbaşı Savcı gelmişti. Yüzbaşı, teşhisten önceki konuşmayı tam önümde yaptı: ‘Bu teğmenler arasında o gün hastanede yatanlar var, hava değişiminde olanlar var, evli olup evinde olanlar var. Yanlış kişiyi çıkarırsanız, sizin için çok kötü olur’ dedi. 5-6 kişiyi çıkarabildiler. O kişiler daha sonra biz 4 teğmen ve Muzaffer Tekin seneler süren yargılamaya maruz kaldık. Selimiye’den sonra kursu kısalttılar, kura çektirdiler, tayinler yapıldı.
Jandarmaların tamamını Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gönderdiler. Bu olaylar sadece bizi değil, 1984 devresinin tamamını etkiledi. Kıtalarda komutanlar devrelerimin tamamına önyargılı yaklaştı ve eziyet etti. Ancak onlar kendilerini ispat edip, 84 devresinin çok ayrı ve mükemmel bir devre olduğunu ispat ettiler.” Sınıf okullarındaki teğmenlerin dağıtımı yapıldı. Büyük çoğunluğu sınır hattına gönderildi. Ercan Baydoğan’ın görev yeri de Hakkâri Uludere’ydi. Hakkâri’de görevinin ikinci ayındayken alay komutanı tarafından çağrılan Ercan Baydoğan, Yüksek Askeri Şûra’da sicilen emekli edildiği haberini aldı. TSK’dan atıldıktan sonra memleketi Malatya’ya dönen Baydoğan, ticarete atıldı. Annesi çok üzüldü, senelerce kanserle mücadele etti. Yıllar geçse de “Biliyorum, geri döneceksin” diyordu. 2004’te annesini kaybetti. 2008’de eline bir mektup geçti. Mektup zamanın Başbakanı Demirel’den gelmişti. Annesi Demirel’e mektup yazmış, Demirel de Başbakan olduğu dönemde “Emine Hanım, mevcut Anayasa ve yasalar elvermediği için oğlunuzun göreve iade şansı yoktur” demişti. Baydoğan babasına sorduğunda ”Her Başbakana, her Cumhurbaşkanına ve her Genelkurmay Başkanına annesinin mektup yazdığını” söyledi. Baydoğan önce bakkal, ardından kırtasiye açtı. Bir dönem Ankara’da İngilizce dersleri verdi.
Ankara ve ABD’de yaşadı. YAŞ kararlarının yargıya taşınmasının önü açılınca o da başvurdu. Emeklilik haklarına kavuştu. Şimdi devreleriyle görüşmeye devam ediyor. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan Tevfik Algan’ın da devre arkadaşı olan Baydoğan anlatıyor: “Senelerce görmedim. Devremizin bir Kıbrıs gezisi sırasında, Barış Gücü Komutanıydı. Bir akşam yemeğinde bir araya geldik. Beni tanıması, olaydan haberdar olması ve uzun uzun bilgi alması beni çok mutlu etmişti. Yüksek koyacağından emindim, yanılmadım. O adını Türk tarihine altın harflerle yazdırdı. Bir teğmen çok kolay yetişmiyor. Hiç kimse herhangi bir üniversite ile kıyaslamasın.”
Kaynak: Haber Merkezi
Tele1