İbrahim Özdemir yazdı | Karl Marx ve Said Nursî: Hakikat uğruna bedel ödeyen iki fikir adamı

Prof. Dr. Onur Bilge Kula’nın kaleme aldığı Bertolt Brecht: “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” yazısını okurken, ister istemez ideolojik olarak birbirine zıt kutuplarda yer alsalar da aklıma iki büyük düşünür geldi: Karl Marx ve Said Nursî.

Biri materyalist bir dünya görüşünün mimarı olarak toplumsal adaleti sınıf mücadelesinde ararken, diğeri Kur’an merkezli bir iman hizmetiyle bireysel manevî dirilişi esas alır. Ancak her ikisi de hakikat uğruna resmi görevleri ve iktidar nimetlerini reddetmiş, sürgün, yoksulluk ve yalnızlık içinde eserlerini kaleme alarak mücadelelerini sürdürmüştür. Bu açıdan bakıldığında, hakikati dile getirmenin bedelinin zaman, mekân ve ideoloji tanımadığını; cesaret, azim ve samimiyet gerektirdiğini bir kez daha derinlemesine idrak ediyoruz.
Modern dünyanın çelişkileri ve zulme karşı sanatın sorumluluğu üzerine düşünen Alman yazar Bertolt Brecht, “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” adlı yazısında, hakikati dile getirmek isteyen bir yazarın karşılaşacağı temel engelleri cesurca ortaya koyar.
Brecht’e göre, hakikati yalnızca bilmek değil, onu ortaya koymak, dönüştürücü bir güç haline getirmek ve doğru kişilere ulaştırmak da ayrı bir mücadele gerektirir. Bu yazı, hakikati dile getirmenin yalnızca bir entelektüel sorumluluk değil; aynı zamanda ahlaki bir duruş, siyasi bir risk ve insani bir görev olduğunu vurgulamaya çalışacaktır. Zira Brecht’in bu beş zorluğu, yalnızca edebî bir önerme değil, hakikatin izini süren her birey için bir vicdan muhasebesi yapma çağrısıdır.
Karl Marx ve Said Nursî, farklı dünya görüşlerine ve nihai hedeflere sahip olsalar da hakikati savunma azmiyle fikir hürriyetinden asla taviz vermemiş, hiçbir resmi görev ya da iktidar nimetini kabul etmeyerek bağımsız kalmayı tercih etmiş iki büyük mütefekkirdir. Her ikisi de fikirlerini sisteme entegre etmeden, zulme ve bozulmuş düzene karşı mücadele etmiş; yazılarını sürgün, fakirlik ve yalnızlık gibi çetin şartlarda kaleme almışlardır.
Marx, ekonomik eşitsizliğe ve kapitalist sömürüye karşı tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi teorisini geliştirirken, dine mesafeli bir bakışla insanlığı maddî eşitlik temelinde kurtarmayı hedeflemiştir. Toplumsal yapının devrimle değişebileceğine inanmış ve bu uğurda mücadele etmiştir.
Said Nursî ise, insanlığın kurtuluşunu imanın ihyasında, maneviyatın güçlendirilmesinde ve Kur’ân hakikatlerinin hayata hâkim kılınmasında aramıştır. Nursi, inkâr ve ifsat sistemine karşı Risale-i Nur Külliyatı ile manevî cihadı olarak tanımladığı “müspet hareketi” esas almış, insanın hem aklına hem kalbine hitap eden bir yol izlemiştir. Devrim değil, ıslah ve irşad metodunu benimsemiştir. Başka bir ifade ile, ilim temelinde akıl ve kalplerin değişiminden ortaya çıkan bir değişimi esas almıştır. Bununla beraber Brecht’in bakış açısıyla bakıldığında her iki düşünür arasında bazı ortak noktalar dikkatimizi çekmektedir.
Fikir Hürriyeti ve Bağımsızlık: Marx ve Nursî, farklı dünya görüşlerine mensup olmalarına rağmen, fikrî bağımsızlıkları ve hakikate sadakatleri açısından dikkat çekici bir ortak paydada buluşurlar. Her ikisi de düşüncelerinin sistemin çarklarına kapılmaması adına, devletin resmî makamlarında yer almayı reddetmiş; makam, mevki, şöhret ve maddi imkanlara mesafeli durmuşlardır. Onlara göre hakikat, hiçbir dünyevî karşılıkla pazarlık konusu yapılamazdı.
Said Nursî ise, “Ben cemiyetin imanını kurtarmaya çalışıyorum” diyerek, herhangi bir siyasi ya da bürokratik teklif karşısında geri adım atmamış, hatta bu tür teklifleri açıkça reddetmiştir. Osmanlı’nın son döneminde mebusluk, Cumhuriyet döneminde ise yüksek rütbeli memuriyet teklifleri almış, ancak hiçbirini kabul etmemiştir. Onun için hakikatin sözcüsü olmak, iktidarın temsilcisi olmaktan daha değerliydi. Bu yönleriyle, fikir insanının bağımsız duruşunun ne denli kıymetli olduğunu tarihe not düşmüşlerdir.
Sürgün ve Yoksulluk: Marx Londra’da büyük maddi sıkıntılar içinde yaşadı, ailesi sefalet çekti. Bir çocuğu yetersiz gıda kaynaklı hastalık sonucu vefat etti. Said Nursî ise defalarca sürgün edildi, zehirlendi, hapis yattı. Buna rağmen en ağır şartlarda Nur Risalelerini yazmaya ve yaymaya devam etti.
Kalemle Verilen Mücadele: Hem Karl Marx hem de Said Nursî, yaşadıkları çağların baskı, yoksulluk ve sürgün gibi ağır şartlarına rağmen kalemi ellerinden bırakmayarak, fikirlerini tarihe nakşetmiş iki büyük mütefekkirdir.
Marx, kapitalist sistemin yapısal eleştirisini ortaya koyduğu Kapital eserini sürgün yıllarında kıt kanaat şartlarda kaleme alırken; Said Nursî, Anadolu’nun zindanlarında, sürgün kasabalarında ve ağır gözlem altında yazdığı Risale-i Nur ile bir iman ve ahlâk inkılâbı gerçekleştirmiştir.
Bugün her iki eser de dünya dillerine çevrilmiş; yalnızca kendi toplumlarında değil, dünya çapında geniş okur kitlelerine ulaşarak fikri etkilerini sürdürmektedir. Bu durum, fikirlerin silahlar, makamlar ya da servetlerle değil; sabırla, samimiyetle ve kalemle yayıldığında nasıl kalıcı bir güce dönüştüğünü gözler önüne serer.
Sistem Eleştirisi: Her ne kadar farklı ideolojik arka planlardan gelseler de, hem Marx hem de Nursî mevcut düzenin doğurduğu eşitsizlik, cehalet ve adaletsizliklere karşı durarak kendi çağlarının sosyal eleştirisini yaptılar. Marx ekonomik eşitsizliği ve kapitalist sistemin sömürüsünü eleştirirken, Nursî ise özellikle “cehaletten” kaynaklanan ahlâkî, fikrî ve imânî bozulmalara dikkat çekmiş; çözüm olarak iman temelli bir toplumsal dirilişi teklif etmiştir.
Said Nursi, 1911 yılında Şam’daki ünlü Emevî Camii’nde verdiği tarihi hutbesinde İslam dünyasının geri kalmışlığını derin bir sosyo-politik analizle teşhis eder ve şöyle der: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret (fakirlik), ihtilaftır (birlik olamamak). Bu üç düşmana karşı; san’at (sanayi ve ticaret), marifet (bilgi), ittifak (birlik) silâhıyla cihad edeceğiz.”
Ona göre, bu üç düşman, yalnızca bireysel değil, ümmet çapında bir çözülmenin sebepleridir. Nursî’nin bu düşmanlara karşı sunduğu reçete ise bilgiyle cehaleti, çalışma ve iktisadî adaletle fakirliği, ittihad-ı İslâm ve kardeşlikle tefrikayı ortadan kaldırmayı hedefler. Ancak bu dönüşüm, yüzeysel değil, imanın derin kökleriyle beslenen bir iç inşâya dayanmalıdır. Çünkü onun inancına göre toplumda kalıcı bir ıslah ancak kalpteki inkılapla mümkündür. Bundan hareketle “iman temelli” bir sosyal hareket başlatır. Aralarındaki temel farklılıklara gelince, dikkati çekenleri şöyle sıralanabilir:
Karl Marx, dinin toplumsal işlevini eleştirirken sıkça alıntılanan şu ifadeyi kullanır: “Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. O, halkın afyonudur.” Marx’ın bu sözleri, yüzeysel bakıldığında dine düşmanlık gibi algılansa da, onun amacı dinin özüyle değil, kapitalist düzenin dini nasıl bir araç hâline getirdiğiyle ilgilidir. Marx’a göre egemen sınıflar, dini bir “teselli aracı” olarak kullanarak, yoksul halkın iç dünyasındaki acılarını geçici olarak hafifletir; ancak bu, gerçek çareye yönelmenin önünü tıkar.
Marx burada, zımnen de olsa dinin insanlar için neden bu kadar güçlü ve vazgeçilmez olduğunu da kabul eder. Bununla birlikte bu gücün, ezilenlerin kaderlerini değiştirmeye değil, kaderlerine razı olmaya yönlendirilmesinden rahatsızdır. Ona göre gerçek özgürlük, maddî eşitsizliklerin kaldırılmasıyla ve sömürünün sona erdirilmesiyle mümkündür.
Bu okuyuşa göre Marx, dini doğrudan düşman görmez; fakat egemen sınıfların dini sınıfsal tahakkümün bir aracı hâline getirmesini eleştirir. Bu bağlamda “afyon” ifadesi, acıyı dindiren ama sistemi değiştirmeyen bir rahatlatıcı anlamında kullanılmıştır.
Said Nursî ise dini, insanı uyandıran bir hakikat ve kurtuluş reçetesi olarak görür. Ona göre “iman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden insan dünyaya meydan okuyabilir. Marx’ın şikayetçi olduğu haksızlıkları, adaletsizlikleri ve sömürüyü tersine çevirmek için mücadele gücünü kendinde bulur.
Marx, yukarıda da ifade edildiği gibi materyalisttir ve değişim için sınıf çatışmasını savunur.
Said Nursî ise Kur’an merkezli düşünür ve değişim için bireyin iç dünyasının dönüşümüne ve manevî tekâmülü vurgular. Nursî’ye göre “Din, hayatın hayatı, hem nuru, hem esasıdır.” Yani din, insanın sadece ahiret yolculuğunu değil, dünya hayatındaki anlamını, yönünü ve değerlerini de belirleyen temel bir hakikattir.
Gazzalî’yi hatırlatan bir şekilde bir toplumun gerçek dirilişi, ancak dinin yeniden ihyasıyla mümkündür. Nursi’nin “manevi üstadım dediği Gazzalî de İslam toplumunu dönüştürmek için en büyük eseri İhya’yı gönüllü sürgün olarak yazarak; din bilimlerini yeniden diriltmişti.
Bu sebeple, Said Nursî’nin milletin dirilişini dinin ihyasına bağlaması, sadece dinî bir vurgu değil; aynı zamanda yozlaşmış, şekilciliğe mahkûm olmuş eski medrese sistemine ve onun dar kalıplı zihniyetine yönelik güçlü bir eleştiridir.
Nursi’ye göre, içtimaî ve ahlâkî çöküşün çözümü, yüzeysel bilgi aktarımlarıyla değil; imanı, ahlâkı ve hikmeti yeniden inşa eden sahih bir din anlayışıyla mümkündür. Bu yaklaşım, modernleşme sancıları içinde bocalayan bir topluma, özgün bir manevî uyanış ve yapıcı bir alternatif teklifidir.
Nursi’nin dine yüklediği anlam ve misyon, ünlü psikiyatrist Dr. Viktor Frankl’ın “anlam arayışı” eksenli logoterapi yaklaşımıyla da örtüşür. Frankl, insanın en derin psikolojik ihtiyacının “hayatta bir anlam bulmak” olduğunu söyler. Carl Jung ise, insanın ruh sağlığının temelinde manevî denge ve dinî yönelim olduğunu vurgular.
Dolayısıyla, Said Nursî’nin din anlayışı, sadece inanç değil, aynı zamanda insanın varoluşsal boşluklarını dolduran, iç huzuru sağlayan, hayatı bütünleyen bir anlam sistemidir. Hem bireyin ruhunu hem de toplumun vicdanını ihya eden bir kaynaktır.
Bu ideolojik farklılıklara rağmen, hakikate sadakat, fikri bağımsızlık, sürgün ve çilelerle yoğrulmuş bir mücadele ruhu, Marx ve Said Nursî’nin yollarını farklı yollarda olsa da aynı “bedel ödeme” noktasında kesiştiriyor. Her ikisi de çağlarını aşan izler bırakmıştır: Biri Batı’da sistem eleştirisinin öncüsü, diğeri Doğu’da iman ve ahlâk temelli toplumsal dirilişin mimarı olmuştur.
Bu yazının geri kalan kısmında ise Brecht’in “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” yazısındaki beş hususu Said Nursi ekseninde ele alacağız.
Brecht’in ilk zorluk olarak belirttiği “hakikati yazma cesareti”, Said Nursi’nin hayatında adeta beden bulmuştur. Sultan Abdülhamid’in baskıcı bürokrasisini ve yozlaşmış adalet anlayışını “Zalimler için yaşasın cehennem!” nidâsı protesto etmiştir. Bu sadece sıradan bir slogan değil, hakikatin haykırılmasıdır. Nursi, her türlü baskıya, sürgüne, zehirlenmeye ve zulme rağmen hakikati saklamadı, eğip bükmedi. Gördüğü, duyduğu ve yaşadığı haksızlıklar karşısında susmadı; zalimleri alkışlamadı. İdamla yargılandığı mahkemelerdeki cesareti; maddî bir kuvvetten değil, ihlâs, teslimiyet ve iman esaslarından aldığı “kuvvetten” doğuyordu.
Hayatını şu cümleyle özetliyordu: “Ben cemiyetin imanını kurtarmaya çalışıyorum.”
Bu uğurda ne dünya menfaati gözetti ne de makam-mansıp peşinde koştu. Brecht’in “güçsüzleri aldatmamak” ve “mülk sahiplerine beğenilmemek” dediği yerlerde, Nursi “dünyanın alkışına değil, Allah’ın rızasına” talip oldu. Talebelerine ise en büyük nasihati “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok” oldu.
Brecht, hakikati bulmak için derin bir sezgisel akıl ve bilgiye ihtiyaç olduğunu söylüyor. Nursi’nin ifadesiyle, bu sezgi; “Kur’an’dan süzülen hakikatlerin nurlu tefekkürü” ile beslenir. O, yalnızca aklî değil, kalbî ve ruhî bir muhakeme ile hakikate ulaşır.
Said Nursi’nin Risale-i Nur’da: “Ben bu asrın ve gelecek asırların imanını kurtarmak için Kur’an’dan aldığım dersle konuşuyorum” demesini bir de bu açıdan düşünmek gerekir.
Bu “sezgisel akıl”, salt mantıkla sınırlı değildir. Rasyonel aklın üstüne çıkan bir feraset ve basiret boyutu vardır. Brecht’in “bilgisiz kişi hakikati bulamaz” ifadesiyle örtüşür şekilde, Nursi de halkın ve talebelerinin, imanî ve içtimaî meselelere dair sistemli bir eğitimle donatılmasını hedeflemiştir.
Burada Brecht’in vurguladığı mesele şudur: Hakikat, salt bilgi olarak değil, dönüştürücü bir güç olarak sunulmalıdır. Risale-i Nur’un tam da bu misyona sahip bir “manevî cihad” aracıdır. Meşrutiyet döneminde idamla yargılandığı bir mahkemede söylediği şu sözler bu açıdan dönemlidir: “Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.”
Bu satırlarda dönemin muktedirlerine ve müesses nizama bir eleştirinin olduğu açıktır. Ayrıca “iman bir kuvvet-i maneviyedir” derken, iman hakikatlerini sadece anlatmakla kalmaz, onları hayatın içinde aktif bir duruş haline bizzat “yaşayarak” gösterir. Brecht’in söylediği gibi: “Hakikat sadece bilmek için değil, eylem doğurmak içindir.” Bu açıdan bakılınca Nur Risalelerinin okuyucularını içten dışa dönüştüren bir hakikat ile tanıştırdığı görülür.
Brecht’in hakikatin etkinleşmesi için “kime sesleneceğini bilmek gerekir” tespiti, Risale-i Nur hizmetinde bizzat uygulanan bir ilkedir. Nursî, yalnızca bir sınıfa ya da toplumsal tabakaya değil; gençlerden üniversite hocalarına, esnaftan köylülere, din adamlarından aydınlarakadar çok geniş bir muhatap kitlesine seslenmiş; hakikati herkes için ulaşılabilir, anlaşılabilir ve dönüştürücü kılmaya çalışmıştır.
Sosyolog Şerif Mardin’in ifadesiyle, Anadolu’nun herhangi bir köy ya da kasabasındaki bir Nur dersi halkasında, bir profesörle bir esnafın diz dize oturarak aynı metni müzakere etmesi, yalnızca dinî değil, sosyolojik açıdan da son derece manidardır. Bu durum, Risale-i Nur’un sınıfsal ayrımları aşan hakikat merkezli bir birlik zemini sunduğunu gösterir.
Nur Talebeleri arasından hapsedilenler, sürgün edilenler, işkence görenler çıkmış olmasın rağmen bu zorluklar onların hakikati taşımalarına ve yaymalarına mâni olmadı.
Dahası, ona göre toplumsal dönüşümün asıl başlangıç noktası, bireysel dönüşümdür. Toplumun ıslahı, ancak fertlerin iman ve ahlâk temelli bir yenilenme yaşamasıyla mümkündür. Bu dönüşüm ise kuru bir söylemle değil; “ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etmek”, yani İslam ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini davranışlarımızla yaşayarak göstermekle gerçekleşir. Nursi’nin bu yaklaşımı, yalnızca vaz ve nasihat eden değil; “Allah rızası” ekseninde yaşayarak örnek olan, hâliyle tebliğ eden bir mü’min tipolojisini öne çıkarır. Bu da hakikatin en etkili şekilde yayılması ve kalplerde yer etmesi için vazgeçilmez bir esastır.
Bundan hareketle Brecht’in “cellâda bile seslenilebilir” sözüne benzer şekilde, Said Nursi kendisin idamla yargılayanlara hakkını helal ederek; onları dua ile ıslah etmeye çalışmış, her kalpte hakikate muhatap bir kıvılcım olabileceğine inanmıştır. Bundan dolayı, birçok zindan arkadaşı, Risale-i Nur ile tanıştıktan sonra yalnızca fikirlerini değiştirmemiş, hayatlarını da iman ekseninde dönüştürerek Nur Talebesi olmuştur. Bu da gösteriyor ki, hakikat ancak yaşanarak ve sevdirilerek sunulduğunda, gerçek bir dirilişe vesile olur.
Brecht’in “hakikati gizlenmiş yerlerden dolaştırarak söyleme” becerisine yaptığı vurgu, Said Nursî’nin hizmetinde adeta ete kemiğe bürünmüştür. Sürgün ve zindanlarda geçen en çetin günlerde bile yalnızca hakikati yazmakla kalmamış; onu muhataplarına ulaştırmak için kendi posta ve dağıtım ağını kurmuş, Nur Risalelerini elden ele, kalpten kalbe ulaştırmıştır. Mahkemelerde ise şahsını değil, Risale-i Nur’da dile getirdiği Kur’an ve iman hakikatlerini savunarak, o zorlu anlarını ve sanık kürsüsünü birer tebliğ kürsüsüne çevirmiştir.
Risale-i Nur’un dili de bu yayma becerisinin bir yansımasıdır: temsilî anlatım, hikâyeler, kıssalar ve Kur’anî üslup, hakikati kırmadan, ezmeden, doğrudan kalbe dokunarak ulaştırma gayretinin eseridir. Bu yaklaşım, Kur’an’ın şu ilahi düsturunun adeta yaşayan bir örneğidir:“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.” (Nahl, 16/125)
Bertolt Brecht’in “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” başlığı altında dikkat çektiği temel engellerin, Said Nursî’nin hayatında ve yazdığı Risale-i Nur’un satırlarında sadece fikri değil, yaşanmış bir hakikat mücadelesi olarak vücut bulduğu açıkça görülmektedir. Brecht’in teorik düzlemde dile getirdiği bu beş zorluk; Nursî’nin sürgünlerde, hapishanelerde ve yokluk içinde gösterdiği sabır, azim ve temsil gücüyle adeta ete kemiğe bürünmüştür.
Bu durum, hakikatin yalnızca bir düşünce veya söylem olmadığını; onu taşıyan kişinin fedakârlığı, cesareti ve samimiyetiyle anlam kazandığını göstermektedir.
Batı dünyasında Sokrates ve Bruna’da, İslam dünyasında ise, İmam azam, Ahmed b. Hambel, Aynul Kudat Hemadani ve Serahsi’den Said Nursî’ye, tarihte birçok düşünür, keşfettikleri hakikati ne pahasına olursa olsun gizlememiş; gerekirse hayatlarıyla bedel ödeyerek onu insanlığa ulaştırmaya çalışmışlardır.
Bu çerçeveden bakıldığında, Brecht’in seküler bir zeminde çizdiği hakikat mücadelesi çerçevesi; Said Nursî’nin iman eksenli hizmetinde somutlaşmış, ahlâkî ve manevî bir derinlik kazanmıştır.
Sonuç olarak, Karl Marx ve Said Nursî’nin hayatları, yalnızca bir fikir mücadelesinin değil; aynı zamanda hakikatin peşinde yürütülen çetin bir varoluş savaşının örnekleridir. İkisi de yaşadıkları çağın görünmeyen çelişkilerini cesaretle dile getirmiş, baskı ve sömürünün ardındaki nedenleri sorgulamış ve sistemin kutsal dokunulmazlıklarına dokunmayı göze almışlardır.
Bu da hakikatin sadece yazılması değil, anlatılması, yayılması ve anlaşılır kılınması için derin bir akli ve fikri beceri, sabır ve strateji gerekmektedir. Hem Marx’ın eleştirel söylemi hem de Nursî’nin temsilî ve hikmetli tebliğ yöntemi, bu becerinin iki farklı ama tamamlayıcı yüzü olarak okunabilir.
Bugünün dünyasında da bu iki çizginin ortak öğesi olan “hakikati konuşma cesareti, mazlumu savunma ahlâkı ve fikrî bağımsızlık” her zamankinden daha çok kıymet taşımaktadır.
Medyascope